Şeyhul İslâm tabiri, İslâm dünyasında önde gelen ulemâ ve sûfîlere verilen bir şeref unvanı olarak 950. Yıllarında ortaya çıkmış, daha sonra *âlimlerin en kıdemlisi, âlimlerin reisi* mânasını kazanarak bir unvan halinde kullanılmıştır. Örneğin, 11. yüzyılda, Horasan’da Şâfiîler’in başındaki âlim şeyhülislâm unvanıyla anılırdı. Zamanla Şeyhulislam tabiri yaygınlaşmış, Memlükler’de fetvaları ile şöhret bulan fıkıh âlimlerinin şeref unvanı olmuş, bir nevi dinî reis şeklinde anlaşılmıştır. 1300 yıllarına doğru ise tanınmış müftileri nitelemiştir. Bu şekliyle İslâm dünyasında yaygın biçimde yer almış, Evliya Çelebi de gezmiş olduğu şehirleri anlatırken buralardaki fetva verme yetkisine sahip müftileri şeyhülislâm diye anmıştır…
Özellikle Orta Asya’da ve Çin’de önemli şehir merkezlerinde şeyhülislâm olarak nitelendirilen âlimlerin fetva yanında medreseleri teftiş etme, okutulacak dersleri belirleme, icâzet verme ve kadıya yardım etme gibi görevleri bulunmaktaydı. İran’da ise şeyhülislâmlık Osmanlılar’a benzer şekilde resmî bir mahiyet kazanmış, Safevîler döneminde dinî mahkemenin reisine bu unvan verilmiştir. Şeyhülislâmlığın dinî bir müessese haline gelişi Osmanlılar devrinde gerçekleşmiştir. Osmanlılar’da şeyhülislâmlığın kuruluş tarihi ve bu makama ilk defa uzun yıllar Bursa kadılığı yapan Molla Fenârî’nin 1425 yılında, Bursa müftiliğine tayin edilmesi genellikle Osmanlılar’da müftilik ve şeyhülislâmlığın başlangıcı kabul edilmiştir. O yüzden bazı tarihçilerimiz ilk şeyhulislamın Molla Fenari olduğunu yazarlar…
*Müftil enâm* da denilen şeyhülislâmların makamı zamanla meşihat ve meşîhatı İslâmiyye şeklinde de anılmıştır. Bilhassa şeyhülislâm unvanı İstanbul müftüsü için kullanılmış ve devletin on altıncı yüzyıl başlarında geçirdiği siyasî ve sosyal değişimin rolüyle önemi artmıştır. Daha sonraları şeyhülislâmlık yahut meşihat siyasî nüfuzu daha da artan bir kurum hüviyetine bürünmüş, ardından sürekli gelişmiş, hizmetli sayısı artmış, idarî düzenlemeler sırasında şeyhülislâmlar Divan üyesi olmuştur. Şeyhülislâmlığın 1425 yılında kurulduğu ana kadar, daha önceleri kurulmuş olan kazaskerlik ve Bursa kadılığı mevcut idi. Osmanlılar Fetret devrinden sonra yeniden toparlanma dönemine girince Şeyhulislamlık makamının önemi bir kat daha artmıştır.
Yeniden toparlanma döneminin ardından, Molla Fenârî, Fahreddîni Acemî, Molla Abdülkerim Efendi, Molla Hüsrev, Molla Gürânî gibi âlimler İkinci. Murad ve Fâtih Sultan Mehmed dönemlerinde müftilik makamında bulunmuşlardır. Ancak bu devrin tarihi kayıtlarında adı geçen alimlerin hepsinden şeyhülislâm diye söz edilmez. Bu durum ulemâ arasında fetva yetkisini haiz müftinin şahsıyla kāim bir unvan olduğunu ortaya koyar. Ancak Fâtih Sultan Mehmed’in Teşkilât Kanunnâmesi’nde şeyhülislâmın, ulemânın reisi sayıldığı yolundaki ifadeler resmi kayıtlarda belirtilmiştir. İkinci Bayezid döneminde ve bilahare Yavuz sultan selim zamanında, Zenbilli Ali Efendi’nin, yirmi üç yıllık (1503-1526) dönemi şeyhülislâmın yetki ve sorumlulukları açısından bir dönüm noktasıdır.
Bu devirde şeyhülislâmlar bazı yeni sorumluluklar yüklenmiş, Meselâ ikinci Bayezid’in İstanbul’da inşa ettirdiği medresede şeyhülislâmların ders vermesi şart koşulmuş, ayrıca Bayezid Külliyesi’nin her türlü kullanımı da şeyhulislama verilmiştir. Şeyhülislâm makamının etkili bir konum kazanmasıyla ilgili rivayetlerde Zenbilli Ali Efendi öne çıkarılmıştır. Onun Yavuz Sultan Selim’in bazı idarî ve siyasî kararlarını tasvip etmeyerek sert tepki gösterdiği, Selim’in bunların dünyevî işler sayıldığı, müftünün sadece dinî meselelerde yardımda bulunması gerektiği şeklindeki sözlerine karşı çıkıp padişahların hem dinlerini hem dünyalarını gözetmenin şeyhülislâmın başlıca vazifesi olduğunu belirttiği kaydedilmiştir. Tarihi kaynaklarda bu hadise şeyhülislâmlık açısından yeni bir anlayışın ve değişimin olarak belirtilmiştir.
Zenbilli Ali Efendi’den sonra şeyhülislâmlık makamına getirilen, Kemalpaşazâde ve Sâdî Çelebi bu görevleri esnasında devrin çok yoğun geçen olaylarına ilmi fazilet ve fetvalarıyla, şeyhülislâmlığın itibarını arttırmışlardır. Bunlardan birisi de Fikirleri, görüşleri, hatta mizacı sebebiyle hakkında ciddi tartışmalar cereyan eden ilk şeyhülislâm Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi olmuştur.(ö. 954/1547).
Muhyiddin Mehmed Efendinin alışılagelmiş sisteme muhalif fetvalar vermesi sonunda azledilmesine yol açmıştır. Çivizâde’nin Muhyiddin Efendi, İbnül Arabî, Mevlânâ Celâleddîni Rûmî gibi mutasavvıfları eleştirmesi, bazı fıkhi meseleler üzerinde sert muhalefeti tartışmalara yol açmış ve başta Ebüssuûd Efendi olmak üzere birçok âlimle fikir ayrılığına düşmüştür. O sırada Rumeli kazaskeri olan Ebüssuûd Efendi, önceki fakihlerin görüşlerine aykırı bulduğu Şeyhülislâm Çivizâde’nin bazı fetvalarını Dîvânı Hümâyun’a getirerek ilmî açıdan reddetmiştir. Bu gelişmeleri takip eden Kanûnî Sultan Süleyman vezirlere emir verip bu konuları görüşmek üzere ulemâyı toplantıya çağırmalarını istemiş, devrin âlimleri sonuçta Çivizâde’yi hatalı bulmuş, böylece Çivizâde görevden azledilen ilk şeyhülislâm olmuştur.
Daha sonra bu makama geçen,Ebüssuûd Efendi’nin şeyhülislâmlığı sırasında meşihat kurumunda bürokratik açıdan bazı gelişmeler meydana gelmiş, onun yaklaşık otuz yıl süren şeyhülislâmlığı bu müessesede derin izler bırakmıştır. Zaman zaman devlet işlerinde şer‘î hukuka aykırı gördüğü uygulamalara, karşı çıkmakla birlikte fetvalarında genellikle devletin temel siyasî prensiplerini desteklediği ifade edilir. On altıncı yüzyılın ortalarında idarî görevleri artan şeyhülislâmlar yüzyılın sonlarında devletin siyasî kararlarında vezîriâzamlarla eş bir rol üstlenmişlerdir. On yedinci yüzyılda devlet teşkilâtı ve saltanat kurumunda meydana gelen değişim ve zaaf ilmiye mesleğini ve onun başındaki şeyhülislâmlığı da etkilemiş,
Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Efendi ulemâ itibarını koruma ve tayinleri elinde tutma mücadelesi vermiş, onun bu yetki konusunda vezirlerle olan tartışmaları yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Bu durum vezîriâzamla şeyhülislâmın yetki çatışmasını zaman içinde körükleyecektir. Askerî zümrelerin iktidarda söz sahibi olduğu, padişahların hal‘edildiği bu dönemlerde şeyhülislâmların durumu giderek farklılaşmış, 1703 ve 1730 isyanlarında şeyhülislâmların siyasete karışması kurumun önemli itibar kaybına uğramasına yol açmış, On dokuzuncu yüzyılda yani, 1826. yılından sonra şeyhülislâmın ve ilmiyenin gücü azalmaya başlamış, Tanzimat dönemi ve İkinci Meşrutiyet’in ardından şeyhulislamlık makamı giderek itibâr kaybına uğrasa da Veziriazamla eş değer konumunu muhafaza etmiştir.
Osmanlı tarihi boyunca şeyhülislâmlık makamına tayin konusu padişahla vezîriâzamı doğrudan ilgilendiren bir özellik taşımış, İlmiye mesleğinin belirgin duruma geldiği 1482. yıllarından itibaren şeyhülislâmların tayini, belli bir tahsil ve fazilete, ilmi ferasete sahip olan ilim erbabı arasından sadrazamın arzı ve padişahın tasdikiyle gerçekleşiyordu. Bu dönemde Rumeli kazaskerliğinden şeyhülislâmlığa geçiş âdet halini almıştı. Daha önceki dönemlerde ise tanınmış bir âlimin kazaskerlikten, kadılıktan, hatta müderrislikten müftiliğe getirildiği görülmüştür. Nitekim Molla Fenârî müderris ve Bursa kadısı iken müfti olmuş, Fahreddîn-i Acemî de Edirne’de müderrislikten müftiliğe getirilmiştir.
Zenbilli Ali Efendi müderrislikten azledildiği sırada 1503’te müfti ve yeni yapılan İstanbul Beyazıt Medresesi’ne müderris tayin edilmiş, daha önce kazaskerlik yapmış olan Kemalpaşazâde 1526’da müderrislikten müftiliğe nakledilmiştir. Doğrudan Rumeli kazaskerliğinden bu makama tayin edilen ilk âlim Ebüssuûd Efendi’dir. Böylece Rumeli kazaskerliğinden meşihata yani şeyhulislamlığa geçme uygulaması başlamıştır. Sözünü ettiğimiz bu 500. küsur yıllık dönemde, 131 müfti ve şeyhülislâmın görev yaptığı düşünüldüğünde ortalama sürenin üç buçuk yıl olduğu görülür. Bunlardan Ebüssuûd ve Zenbilli Ali efendiler çok uzun müddet görev yapmıştır.
Onları padişah ve sadrazamla uyum sağlayan Çatalcalı Ali, Yenişehirli Abdullah ve Hâlid efendi zâde Cemâleddin efendiler takip eder. Ancak 1650. yıllarından itibaren, Şeyhulislamlık süresinin uzaması bu göreve getirilmeyi bekleyen ulemâ arasında huzursuzluklara yol açmıştır. Bazı istisnalar olmakla birlikte bu yüzyıllarda görev süresi genellikle bir iki yıl arasında değişir. Aynı dönemlerde bir gün ve bir günden daha az bir süre makamda kalanlar da görülür örneğin, Memekzâde Mustafa Efendi, 13 saat; ikinci şeyhülislâmlığında Sâmânîzâde Ömer Hulûsi Efendi, bir gün görevde kalmıştır. Bu tarihlerden sonra, bazı âlimler ikinci, üçüncü, dördüncü defa şeyhülislâm olmuştur. Bunun en bilinen örneği 1599-1608 yılları arasında dört defa bu makama gelen Sun‘ullah Efendi’dir.
Dürrîzâde Mustafa Efendi de tecrübesi, kıdemi ve itibarı sebebiyle 1756-1774 yıllarında üç defa şeyhülislâmlığa getirilmiştir. Şeyhülislâmlar on dokuzuncu asırda yani 1878. yıllarından sonra, Şeriye vekaleti ünvanını üstlenmişler ve sık sık görev yenilenmesi ile bu görevlerini 1923. yılına kadar sürdürmüşlerdir…Son Osmanlı şeyhulislamı Mehmed Nuri Efendi’dir. (1918-1922) Başlanğıcından sonuna kadar 131. Şeyhulislamın görev yaptığı Osmanlılarda önceleri kazaskerler ve muallimi sultanî vazifelerine göre ikinci derecede bulunan şeyhülislâmlığın, bilhassa İbni Kemâl paşazade(1525-1533) ve Ebu’s-Suûd Efendi (1545-1574)’ye geçmesi ile daha bir ehemmiyet kazandığı ve kazaskerliğin üstünde bir vazife olarak telakki edildiği anlaşılmaktadır. Zira yukarıda belirtilen iki zat, önce kazasker olduktan sonra şeyhülislâm olmuşlardı. Bu bakımdan bütün ilmî tevcihat şeyhülislâmlara verildi.
Bu iki ilim adamının görevlerinden itibaren bu makam ve mevki, sadrazamlıkla denk bir hale getirildi. Saygınlıkları, itibari dereceleri iyice artan şeyhülislâmların sadrazamla münasebetleri devlet işleyişinde tekrar düzenlenmiş ve ilk kez,1584 yılında Veziri âzam Özdemiroğlu Osman Paşa, padişahın emriyle Şeyhülislâm Çivizâde Mehmed Efendi’nin ziyaretine gitmiş ve bundan sonra veziri azamların şeyhülislâmları ziyaret etmeleri kanun h3aline getirilmiştir. Bu tarihten itibaren, şeyhülislâmların ilmiye teşkilâtının en yüksek mevkiinde bulunduklarını gösteren diğer bir husus da, bu makama gelenlerin kazaskerlikten geçmiş olmalarıdır.
Osmanlı devletinde bazı eyaletler diğerlerine göre üstün kabul edildiğinden buralarda görev yapan âlimlerin pâyeleri ve yevmiyeleri de farklı oluyordu. Şeyhülislâmlık makamına Rumeli kazaskerliği yapmış olanlar atanıyordu. İstanbul kadılığından Anadolu kazaskerliğine, oradan da Rumeli kazaskerliğe geçildiği düşünülürse, bu makamın ilmiye teşkilâtının zirvesinde yer aldığı kolayca görülecektir. 1584. Yılından önce kendilerine fetva görevi verilen şeyhülislâmların müfti olarak kazaskerlikten gelmediği bilinmektedir. Meselâ, Molla Fenari ve ondan sonra gelenler Bursa daha sonra Edirne’de müderrislik ve müftülük görevlerini ifa ediyorlardı. Şeyhülislâmların en önemli görevi, kendisine yöneltilen çeşitli sorular hakkında dinin hükmünü belirten fetvalar vermektir.
Aslında, Şeyhülislâma verilen *müftî* adı da fetva veren kişi anlamındadır. Müftinin kendisine sorulan soruya verdiği fetva, bir hüküm mahiyeti taşımayıp sadece dinî konuya açıklık getirme özelliği taşır. İslâm devlet geleneğinde sadece kadı’nın verdiği karar hüküm ifade eder. Bu yönüyle kadı ile müfti arasında bir fark mevcuttur. Kadı, müftinin verdiği fetvalardan yararlanarak hüküm verebilir. Ancak bu, kadının müftiye bağlı olduğu anlamına gelmezdi. Tarihî geçmişimize baktığımızda, fetva müessesesi altı dönem halinde ele alınabilir. Bunlar, Peygamber efendimiz (sav) dönemi, Sahabe dönemi, Hicri ikinci asrın sonuna kadar süren dönem, Hicri ikinci asır ile dördüncü asır arasındaki dönem, Hicri dördüncü asırdan Abbasi yönetiminin yıkılışına kadar olan dönem ve Abbasilerden sonraki dönemdir.
Bu sıraya göre, beşinci ve altıncı dönemlerde fetva veren müftiler, kendilerinkinden önce mezhep imamlarının ve onların talebelerinin verdikleri fetvalara bağlı kalmılardır. Son devir içinde yer alan Osmanlı yönetimindeki müftüiler de, kendilerinden önceki müftilerin verdikleri fetvaları taklit etmeyi yeterli bulmuşlardır… (Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle,) Emeviler döneminden başlayarak İslâm tarihinde, önemli siyasî ve idârî kararların alınmasında devrin önde gelen bilginlerinden fetva alma geleneği yerleşmiştir. Osmanlılar dönemi de bundan ayrı düşünülemez. Osmanlılar da savaş, barış, önemli kanunnâmelerin çıkarılması, siyaseten katl konularında şeyhülislâmdan fetva istemişlerdir.
Fetva hizmetlerini yürütmek üzere şeyhülislâmlık bünyesinde ve diğer vilayetlerde ayrıca müftilere görev verilmiştir. Gerek devlet adamları ve gerekse sıradan halk, dinî ve hukukî problemlerle karşılaştığında müftülere başvurarak fetva almayı sürdürmüşlerdir. Şeyhülislâmın temsil ettiği ilmiye teşkilâtının verdiği hizmetler, *dinî ve hukukî danışmanlık*, *eğitim ve öğretim*, *yargılama ve yönetim* olmak üzere üçe ayrılmıştır. *Dinî ve hukukî danışmanlık* hizmetlerini şeyhülislâm ve müftiler, *eğitim ve öğretim* hizmetlerini medreseler ve müderrisler, *yargılama ve yönetim* hizmetlerini ise mahkemeler ve kadılar yerine getirmişlerdir. Şeyhülislâmın ilmiye teşkilâtının idaresine ilişkin yaptığı işler, medrese müderrislerinin, kadıların ve müftilerin tayin ve terfi işlemlerine nezâret etmektir.
Bütün bu işlerin gerçekleştirilmesine yardımcı olmak üzere şeyhülislâmlık makamına bağlı geniş bir katip, sekreterler kadrosu bulunmaktaydı. Şeyhülislâmların bir diğer görevi de, 1759 yılında padişah Üçüncü Mustafa tarafından başlatılan saraydaki *Huzur Dersleri*ne katılacak *mukarrir* yani dersi tekrar eden tefsir alimi ve *muhatabları*yani müzakerecileri seçip saraya göndermekti. Ramazan ayında sarayda yapılan huzur derslerine devrin en seçkin uleması; kimisi mukarrir, yani dersi veren, kimisi de muhatab, yani dinleyen ve soru soran olarak katılıyor, padişahın huzurunda dinî ve ilmî tartışmalar yapıyorlardı..
Şeyhülislâmlıkla siyasî iktidar arasındaki ilişkilerde dikkati çeken bir husus da, şeyhülislâmlığın Osmanlı yönetimindeki gücü ve siyasî olaylarda oynadığı fonksiyonları bakımından en serbest hareket eden, siyasî olaylarda önemli görevler üstlenen, dinî iktidarı temsil etmesinden dolayı da toplumda büyük itibar ve saygınlığı bulunan bir kurum olarak ortaya çıkmasıdır. Verdikleri fetvalar ile bazı padişahların tahttan alınmasında etkili olan şeyhülislâmların fetvalarına, hasmâne uluslararası ilişkiler sonucu savaşların ilânında da ihtiyaç duyulmuştur.
Osmanlı Devleti’nin 1516’da Mısır’a savaş ilân etmesi şeyhülislâm Ali Cemali Efendi’nin, 1570’de Venedik’e savaş ilan edilmesi ise Ebu’s-Suud Efendinin fetvaları ile gerçekleşmiştir. Öte yandan Osmanlı Devleti’nde birkaç padişah şeyhülislâmların verdikleri fetvalar ile hal‘ edilmişlerdir. III. Selim, Abdülaziz ve II. Abdülhamid bunlar arasında sayılabilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Şeyhülislâmlar görevlerinden değişik sebeplerle azl edilirdi. Bu sebepler şöyle sıralanabilir: Veziri azamla aralarının iyi olmaması, veziri âzam aleyhine padişaha bir şikayette bulunmaları, meydana gelen isyan, ihtiyarlık, maiyetinin çevirdiği bazı entrikalar ve buna benzer hadiseler (Uzunçarşılı.)
İnanıyorum ki Osmanlı devlet geleneği içerisinde Şeyhulislam denilince ilk akla gelen İbni kemal Paşazade ve bir fetvasıdır şöyle ki: İslam dininde şimdiki laik sistemde oldugu gibi, din ve devlet ayrımı olmadığı için fetvanın, devlet teşilatına bağlandığı ve biraz da daraltılarak Şeyhülislamlar veya şeyhülislamlık makamının tayin ettiği „müftüler“ tarafından verilen fıkhı mütealalar anlamını kazanması sonucunu doğurmuştur. Fetvaların, önemli siyasi olaylar ile ilişkili oldukları için İslam devletlerinin işleyişindeki etkisi büyük olmuştu. Emeviler, müftülerden görüş almadıkça büyük İşlere girişmemişlerdir. Abbasiler ise siyasi mülahazalar dolayısıyla Medine’deki müftülerden temaslarının kopması nedeniyle, şer’i delillere kıyası da katan Irak fakihlerine yakınlık göstermişler, Ebu Hanife ve arkadaşları gibi büyük şahsiyetlerden istidafe etmişlerdir.
Osmanlı döneminde idari ve hukuki sistemde, Şeyhulislam, Müfti, Kadı gibi kazai makamların yanında birdr Fetva emini vardı. Fetva emini, Şeyhulislam’a sorulan şeri meselelerle ilgili fetvaları hazırlamak, yazılı sorulara cevap vermek, şer’iyye mahkemesince verilen ilamları incelemekle görevliydi. Fetva eminleri, fıkıh ilmiyle yakın ilgisi bulunan kimseler arasından seçilirlerdi. Şeyhülislam’in fetva verme yetkisi yanında vilayet, sancak ve kazalarda da halkın sordukları sorulara cevap veren müftülükler vardı. Müftüler, verdikleri fetvaların üzerine nerenin müftüsü olduğunu yazar ve verdikleri fetvanın Arapça metni ile hangi kitaptan aldıklarını belirtirlerdi. Osmanlı devletinde de bu geleneğe riayet edilmiş, fakihler, fetvalarında kaynak göstermekle yükümlü tutulurken, Şeyhülislamlar bundan muaf kılınmıştır.
Osmanlı devletinde özellikle on altıncı yüzyılda fetva makamları olan müftilik ve şeyhülislamlık devlet yönetiminin hemen her alanında birçok fetva vermişlerdir. Balkan devletlerinden bazılarıyla Osmanlı devleti arasında müftülük teşkilatına ait muahedeler bile bulunmaktadır. Bu fetvalar şer’i, hem de örfi kanun niteliği kazanmıştır. Kanunname mecmualarında fetvalar ve bunların nitelikleri sıralanmaktadır. Günümüzde medeni kanun kapsamına giren konularda olduğu gibi, arazi ve vergi meseleleri ile ilgili fetvalar da verilir ve bunlar uygulanması zorunlu kanunlardan sayılırdı. Örneğin Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin Osmanlı devletindeki arazi çeşitleri ve bunların miri, haraci veya öşri topraklar olduğu hakkındaki görüşleri, bir fetvanın hukuki unsurlarını kapsamakla birlikte birer kanun maddesi halinde kabul edilip mecmualara geçirilmiştir. Osmanlı döneminden bir misal verirsek konu daha iyi anşlaşılır sanıyorum.
Yavuz Sultan Selîm Han 1512’de Osmanlı tahtına oturup iç işlerini yoluna koyduktan sonra, kıvılcımları Irak ve Horasan’a yayılmış olan şiânın fitne ateşini söndürme plânına koyuldu. Bunun için de devrin ilim adamlarını yardıma çağırdı. İbni Kemâl paşazade, İdrîs-i Bitlîsî, Zenbilli Ali Cemâlî efendi ve daha nice ilim adamları bu göreve koştular. Dîvânda harb için tereddüd edenler vardı. Mesele fazla oyalamaya gelmemeliydi. Bu durumda İbni Kemâl paşazade şu fetvâyı verdi: * Her türlü hamd ve senâ, kudret ve kerem sâhibi yüce Allah’a olsun. Selâtü selâm da doğru yolu gösteren hazreti Muhammed aleyhisselâma ve O’na tâbi olanlara olsun. Haberlerde geldiğine göre, aşırı şiâya bağlı bir grup, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda olan müslümanların memleketlerinin pekçoğunu işgâl ettiler.
Oralarda kendi bâtıl yolları ile görüşlerini yaydılar. Hazreti Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân hakkında küfr, fenâ sözler söylediler. Bunların halîfeliklerini inkâr ettiler. İlim erbâbına ve ictihâd yapan müctehidlere hakâretler savurdular. Onların başında bulunan Şah İsmâil’in tâkib ettiği aşırı şiâ yolunu tutulacak en kolay ve doğru yol zannettiler. Onlara göre Şah dinde sınırsız bir yetkiye sahiptir. Onun dinde helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır. Meselâ Şah içkiyi helâl kılmıştır, öyle ise içki helâldir… Netice olarak onların kötülükleri ve küfürleri sayılamayacak kadar çoktur.Buna göre bizim, onların küfür ve irtidâdlarında (İslâmiyetten ayrıldıklarında) aslâ şüphemiz yoktur. Ülkeleri Dârü’l-harbdir.
Erkekleri ve kadınları ile evlenmek câiz değildir. Bunlar hakkında verilecek hüküm, dinden dönenler hakkında verilecek hüküm ile aynıdır. Erkeklerden bu sapık yolu bırakıp müslüman olanlar serbesttir. Kabul etmezlerse hakları kılıçtır, öldürülürler. Savaşa gücü, kudreti olan müslümanların bu cihâda katılmaları farzdır…* Böylece bütün müslümânların dikkati çekildi ve gafletten uyanmaları gerektiği belirtildi. Ayrıca İbn-i Kemâl paşazade, Şah İsmâil’in Ehl-i sünnetten olan Akkoyunlu, Gürganlı ve Dulkadirli devletlerinin ahâlisine yaptığı zulüm ve mezâlimi şiirleri ile yaydıktan sonra; „Ama Allah onun insanlara yaptığını yanına koymadı. Bu ejderhayı yutmaya bir asâ ve o firavunu nehre batıran bir Mûsâ yarattı.“ diyerek Selîm Hanı övdü, onun peşinden yürünmesini tavsiye etti. Ve böylece Fetva alındıktan sonra hazırlıklar yapıldı 1514.Yılında Şia üzerine sefere çıkılmış oldu…
Bir örnek te son Şeyhulislamlarımızdan Mustafa Sabri efendi. 1869. yılında Tokat’’ta doğmuş, On yaşında hâfızlığı bitirmiş, İslâmî ilimlerde Zûniyezâde Ahmed Efendi’den icâzet almış, Ardından Kayseri’de Divrikli Mehmed Emin Efendi’nin derslerine devam etmiş, Bir süre sonra İstanbul’a gidip meşîhatı İslâmiyye’de ders vekili Gümülcineli Ahmed Âsım Efendi ile Mehmed Âtıf Efendi’nin öğrencisi olmuş, Ahmed Âsım Efendi’nin kızı Ulviye Hanım’la evlenip İstanbul’a yerleşmiş, Genç yaşta ruûs yani medresede son imtihan ve belgesi. imtihanını kazanarak Fâtih Camii müderrisliğine tayin edilmiş, 1896 yılında Beşiktaş Âsâriye Camii imamlığına getirilmiş, İki yıl sonra İkinci Abdülhamid’in katıldığı huzur derslerine en genç üye sıfatıyla iştirak etmiş, 1899-1904 yılları arasında Yıldız Sarayı Kütüphanesi’nde *hâfızı kütüb*yani kitapları ve kitapların bilgisini hıfzeden, koruyan olarak çalışmış,
Bu sırada Köse Niyazi Efendi’den kıraat ilmi okumuş, Medresetül vâizîn’de tefsir, Medresetül mütehassısîn ile Süleymaniye Medresesi’nde hadis müderrisliği yapmış bilahare, Tedkīkı Müellefâtı Şer‘iyye’nin yani şeri mahkemelerinde fetva inceleme görevli kurucuları arasında yer almış, Cem‘iyyeti İlmiyyei İslâmiyye’nin reisliğine seçilmiş ve bu cemiyetin çıkardığı Beyânülhak adlı dergide başyazar sıfatıyla makaleler yazmış, Bir dönem Silistre müftülüğü yapmış, Peyâm-ı Sabah, İkdam, Yarın ve Alemdar gibi gazete, dergi ve mecmualarda yazılar yazmıştır.
1908. yılında ikinci Meşrutiyet’in ilânının ardından Tokat mebusu olarak Meclisi Meb‘ûsana girmiş, Siyasî hayatının başlangıcında İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne ilgi duymakla birlikte kısa bir müddet sonra bu harekete karşı mücadeleye girişmiş, 1910’da Ahâli Fırkası’nın, 1919’da üçüncü defa teşekkül eden Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın kurucuları arasında yer alıp yöneticilik yapmış, İttihat ve Terakkî hükümetinin teşkilinin ardından Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na bağlı olanlar Bâbıâli Baskını’nda tutuklanınca Mustafa Sabri Efendi 1913. yılında mısıra gitmiş, oradan Romanya’ya geçmiş tutuklanınca İstanbul’a getirilmiş ve Bilecik’te ikamete mecbur edildi. Bu kararın kaldırılması üzerine İstanbula döndü.
Ocak 1919’da Tokat mebusu seçilip 4 Mart 1919’da kurulan Damad Ferid Paşa hükümetinde şeyhülislâmlık yaptı. 6 Haziran 1919’da Paris Konferansı’na giden Damad Ferid Paşa’nın yerine sadrazamlığa vekâlet etmiş, Bu sırada Mustafa Kemal’in Sultan Vahdeddin tarafından geniş yetkilerle Anadolu’ya gönderilmesine karşı çıkmış, Aynı yıl kabinenin düşmesi üzerine padişah tarafından Âyan yani senato Meclisi üyeliğine getirilmiş, 19 Şubat 1919’da kurulan ve Teâlîi İslâm Cemiyeti’ne dönüşen Cem‘iyyeti Müderrisîn’in (Siyasi, içtimai, fikri dernekler) reisliğini yapmış, burada ikinci başkan olan İskilipli Mehmed Âtıf ve Said Nursi ile birlikte çalışmış, Dârü’l Hikmeti’l İslâmiyye’de üye olarak görev almış,
Yeniden teşkil edilen hükümet kabinesinde tekrar şeyhülislâmlığa getirilmiş ve Şûrâyı Devlet reisliğine vekâlet etmiş, 1922. yılında padişah tarafından toplanan Şûrâyı Saltanata katılmış, Cumhuriyet’in ilânından sonra oğlu İbrahim’le birlikte 150’likler listesine alındığından dolayı tutuklanacağı sırada ailesiyle beraber İskenderiye’ye gitmiş, sonra da Kahire’ye yerleşmiştir… Mısır’a göç etmesinin arka planında dinî endişelerinin bulunduğunu eserlerinde anlatmış, Hicaz Emîrinin daveti üzerine Mekke’ye gidip beş ay kaldıktan sonra ailesi iklim şartlarına intibak edemediğinden tekrar Mısır’a dönmüş, Ardından Romanya’ya geçmiş, burada da rahat edemeyince 1927 Nisanında kayınpederinin memleketi olan Gümülcine’ye gidip beş yıl ikamet etmiş,
Bu sırada oğlu İbrahim Sabri ile birlikte çıkardığı Yarın adlı dergideki yazılarında İslâm dünyasının yöneldiği Batılılaşma hareketini şiddetle eleştirmiştir. Burada da rahat bırakılmayınca tekrar Mısıra hicret etmiştir. Bu dönemde yazdığı eserler ve ilmî faaliyetleri ona Mısır’da yeniden çok büyük itibar sağlamış, âlimlerden pek çok dost edinerek evini bir medrese haline getirmiş ömrünün sonuna kadar çok değerli eserler yazmış olan son Osmanlı şeyhulislamlarından Mustafa sabri Efendi, 1954 yılında Kahire’de vefat ediince, Abbasiye denilen mekâna defnedilmiştir. Rabbim kendisinden razı olsun…
Allahım sana inandık, iman ettik. Bizleri doğru yoldan sıratı müstâkimden adaletten ayırma. Bizleri il’ayı kelimetullah yolunda ğayretli olanlardan eyle. Bizleri şeytanın şerrinden muhafaza eyle. Bizleri bidatlardan, sapıklıklardan ve batıl yolları izlemekten koru. Bizleri ehli sünnet itikadına sımsıkı sarılanlardan eyle. Sen her şeye kadirsin Allahım…
Sermedkadir…